Mart 03, 2019

ANNEMİN ÖYKÜLERİ - 2 / ÇAĞRIŞIM


Kıştı.

Gökbel'in doruğundaki kar henüz ışıklanıyordu. Güneş, tepelerin öbür yanına kümelenmiş bulutları araladı. Dağın eteğinden düzlüğe doğru yayılan köye ulaştı. Usluca aşağılara döktü sıcaklığını. Yüz evlik Beyce Köy çoktan uyanmıştı.

Sürülerce serçe, yaprakları dökülmüş ağaçların dolayında döndüler. Aradılar. Bir minik yiyeceği toprağı gagalayarak. Evlerin bahçelerine yöneldiler sonra. Yollarını kesen küçük serçe kapısı açık duran damdaki buğdayları muştuladı gelenlere. Sevindiler. Ciik, ciiikk! uçuştular. Hızla girdiler dama. Çabucak yuttular buğday tanelerini. Kapanan kapının gürültüsünden ürkünce bıraktılar gagaladıklarını. Damın içinde kaçıştılar. 

Necati, portakal ağacının altında bekliyordu. Elindeki çalı süpürgesiyle sessizce yaklaştı dama. Aralığından giriverdiği kapıyı kapattı. Süpürgeyi art arda vurdu kuşlara. Ölen serçeler yerde ve saman balyalarının üzerinde biriktiler. Tavanda uçarak ölmekten kurtulanlar, kapı açıldığında ötüşerek uzaklaştılar. Topladığı ölü serçeleri bahçedeki ocağın başına taşıdı Necati. Odunların közünü ayırdı. Yeniden yerleştirdi ortalayarak. Kuru zeytin dalları tutuşuverdi hemen. Sigarasını yakarken "çıra gibi" dedi. "Birazdan tepeleme köz olur. Çocuklar da zamanını bilirmişcesine gelirler şimdi. Hepsinden önce Zeynep'in Ufuk'u. Ardından Dilber, sonra da Ömer'le Hüseyin."



Annesi sabah yemeğini hazırlarken "Necati'ye kuş sorayım mı ana?" derdi Ufuk. Eveti beklemeden çıkar giderdi. Getirdiği kuşları bol yağla tavada kızartırdı annesi. Çıtırtılarla çiğnediği lokmaları yutarken yazıklanırdı çocuk " günah değil mi anne?" Oğlunun kursağına et girsin diye kızarmış serçelere el sürmezdi Zeynep. Ekmeğini tavadaki yağa batırarak yermiş görünürdü. "Serçeler çoook. Ölmezlerse her yer serçe dolar. Onlar bizi yer sonra." yanıtına gülerdi her ikisi de. 

Necati, tüylerini yolduğu serçelerin karnını yardı. Temizledi, yıkadı. Ocağın yanındaki su küpünün üstünü örten tahtaya yığdı. Saydı. Ufuk'un "kuş tuttun mu Necati Abi?" sorusunu yanıtlarken her çocuğa dörder serçe vereceğini hesaplamıştı.   

Ufuk serçelerin çokluğuna sevindi. Göz ucuyla baktı, gülümsedi. Ateşe eğildi üşüyen ellerini ısıtmak için. "Bu gün çok tutmuşsun Necati Abi. Kaç tane bunlar?". Herbirine dörder kuş düştüğünü duyunca, daha çoğunu almayı kararlaştırdı kendince. "Hüseyin'i sayma. O hasta. Yatıyor. Gelemez buraya. Sen, O'nun payını da bana ver. İyileşince tutarız O'na da." Olmazladı Necati. "Ben annesine vereyim de, kim yerse yesin."

Kızdı çocuk. "Dört serçe kime yetecek? Ben yiyorum, annem bakıyor. Hüseyin'e vermese ne olur sanki?" dedi içinden. Serçe yığınına yaklaştı. Bacağından tuttu, kaldırdı birini. 

-Vallahi kimse senin kadar çok serçe yakalayamaz bu köyde. Nasıl tutuyorsun bunları yahu?

- Kaç kez anlattım ya oğlum.

- Bir kez daha anlat. Öyle güzel anlatıyorsun ki şu tutma işini. Bayılıyorum.

Güldü Necati.

- Damın kapısını açıyorum. Şu ipi kapıya bağlıyorum. Ucunu da portakal ağacına. Bir avuç buğday serpiyorum içeriye. İlkin serçelerden biri geliyor. Görüyor buğdayları. Haber veriyor ötekilere. Doluşuyorlar dama. İpin ucunu çekiyorum. Taaak! Kapanıyor kapı. Ses etmeden giriyorum. Süpürgeyle paat paat! Ölüyor çoğu. 

Çocuk başını arkaya iterek abartılı güldü anlatılana. 

- Bravo valla Necati Abi. Bu serçeler de amma aptal oluyorlar canım. Bi yol aldandınız. Ne geliyorsunuz bir daha? De'mi ya?

Üşüyen ellerini birbirine sürttü. 

- Sen benim serçelerimi ver de gideyim. Hüseyin'e ayırdıklarını da bana versen iyi olur. Hastalığı geçince ben payımdan birazını ayırırım O'na.

"Olmaz" dedi gene Necati. Dört serçe verdi çocuğa. Ellerindeki ikişer serçeyi sallayarak uzaklaşan Ufuk söyleniyordu " O kadar da yağ çektik adama. Sanki biz bilmiyoruz serçelerin nasıl tutulduğunu."

Çocuk gittikten sonra sigarasını yaktı közden. Ocağın berisindeki taşa oturdu. Kuş yığınına daldı gözleri. Ufuk'a anlattığı gibi eğlenceli değildi serçe avı. Dişlerini gıcırdattı. Çalı süpürgesiyle kuşlara vururken de gıcırdardı dişleri. Acısından, içindeki mor ağı kabarır, damar damar dağılırdı bedenine.  Morlukların içinde beliren adam elindeki sopayla durmadan vururdu yerde yatan kadına. Kan olurdu sopanın ucu, Necati'nin kadına dokunan elleri. Ne denli uğraşırsa uğraşsın, kuşlara indirdiği süpürge darbeleriyle silemiyordu o görüntüyü. Sonunda, hırçın yüreğini rahatlatmak için kapıyı açıyor, serçelerin uçuşarak kurtuluşunu izliyordu. Titreyen elleriyle ölü kuşları toplarken, bedenindeki ağrı geri döner, göğsünün ortasında birikir, sıkışır, katılaşırdı. Ağrıtarak sol memesinin altına sokulduğunda, duvarın dibine çöker, büzülür, hıçkırarak ağlardı. "Bir daha kuş tutmayacağım. Serçeleri öldürmeyeceğim bir daha." Ölü kuşlara acıyarak bakar, " Küçük kuşlarım. Küçücük kuşlarım benim." diyerek sürdürürdü ağlamayı. 

Öbür çocukların gelmesini beklemedi Necati. Hüseyin'e vereceği serçeleri aldı, evin önünü süpüren halasına:

- Çocuklar gelince dörder kuş ver. Bak da, kediler kapmasın. dedi

Kuşları Hüseyin'in annesine verdikten sonra eğimli yoldan köy meydanındaki kahveye indi. Kahveci Erhan O'nun geleceği saati bilirdi. İkili cezveyi hazır tutardı ocakta. Necati, iki fincan kahve içer, bir kahve parası koyardı fincan tabağına. "Olsun" derdi Erhan. "Sayesinde itibarımız arttı." Kahvehaneyi açtığında pek gelen olmamıştı. Osman'ın kahvesine alışkındı köylüler. "Yok öyle haksızlık" demişti Necati. "Bundan sonra gençler Erhan'ın yerinde oturacak." Direnemediler. Ne yapacağı belli olur muydu? Necati bu... Osman "Belaya karışmayayım." dedi. Yerini kapattı. Kasabaya gitti. Pilli pikabıyla akşama kadar müzik dinleten Erhan'dan hoşnuttu herkes. Postacı bile muhtarı aramıyordu köye geldiğinde. Getirdiği mektupları Erhan'a bırakıyordu dağıtması için. Rukiye Öğretmen'in gazetelerini, dergilerini de Erhan ulaştırıyordu. O gün, gazete ve dergilerin öğretmene verilmediğini gören Necati, kızdı. Uyardı Erhan'ı. Rukiye'nin güneş eyleşmiş yüzünün kararmasını ister miydi insan? "Gelir gelmez gönder bunları kızcağıza!" dedi. 

Güzel kızdı Rukiye öğretmen. Yirmisinden fazla görünmüyordu ama otuzunu geçkin diyordu Erhan'ın dayı kızı."Kafa kağıdını" görmüş. "Saçları kısa olanları daha genç sanırmış erkekler". "Öğretmen olsa da O da Nermin gibi evde kalmış işte". "Kadın uzun saçlı olmalı" derdi Erhan. Necati de onaylardı. sabah kahvesini içerken Erhan'ın vurulduğu Fatma'yı konuşurlardı. Saçları uzun ve    gürdü Fatma'nın. Babası "he" dese hemen kuracaktı düğünü Erhan. Kente götürecekti Fatma'sını. "Bir eli yağda, bir eli balda" yaşatacaktı. Necati sözü döndürür dolaştırır, Rukiye Öğretmen'e getirirdi. Nedenini düşünmeden. 

Rukiye köye geldiğinde iki odalı, toprak tabanlı eve taşınırken göstermişlerdi Necati'yi. "Kapını pencereni yoklar. Yolda yolakta laf atar." diyerek uyarmışlardı. Önceleri korkmuştu Rukiye. Gece pencerelerinin içteki çıkıntısına iri taşlar koydu. yattığı odanın kapı arkasına dayadı sandığını. Boşunaydı korkusu. Sabahları okula giderken karşılaşıyordu Necati ile. Yolun kıyısına yanaşıyor başını eğerek hızla yürüyordu laf atmasından çekinerek. 

Halası Hanife Abla'yla konuştuktan sonra korkmadı Necati'den. Hanife, bir tencere dolusu tatlanmış zeytinle gelmişti tanışmaya. Gün inene dek oturmuştu Rukiye ile. Necati'yi, İsmet Abi'sini, teyze oğluyla kaçan yengesi Sevim'i anlatmıştı. On altı yaşındayken Halil'e kaçtığında nereden bilecekti yazgısının kara olduğunu Hanifecik? Çocuk doğuramayınca kuma getirmişti Halil. İkişer yıl arayla dört engelli çocuk doğurmuştu kuması. Üçü sağdı. Çekmekle bitmemişti dertleri. Boşanmıştı sonunda.

Necati'ye rastladığında "zamanı geriye sarmak, bir yerinde annesiz büyüyen o küçük çocuğu yakalamak, kucaklamak gerek." diyordu Rukiye. İnsanın içindeki çocuk, hiç unutmaz, unutturmazdı  yaşadıklarını. 

Hanife eve varınca "sakın korkutma o kızı" demişti Necati'ye. "Garibin birisi. Kimsesi yokmuş. Gönlünü kime düşürdüyse? Konuşamadı herhalde. Acısını unutmaya gelmiştir buralara, kim bilir?" Kim bilirdi Rukiye'nin Gökbel Dağı'nı aşacak denli yükselen sevdasını? Yürek özleme, acıya alışınca...Susunca. Sevgilerin katlanarak çoğaldığını? Kim bilirdi; İsmet'in hanayıyla iki ineğini, otuz zeytin ağacı ve dört dönüm tarlasını varsıllık sayanları? Sevim'in anası, babası mı? "yaşı yerinde, iyi koca olur." diyenler mi? "Acardır, yavuzdur, arlı adamdır" bilen köylüler mi? 

Düğün başlatılmıştı tezden. Davul gümlerken gözyaşlarıyla kardığı kınanın ağlayışından kolları oyuna kalkmamıştı Sevim'in. Gerdekte ve doğumda da İbrahim'i bırakmadı yüreği. Umarsızdı İbrahim. "İsmet'e yar etmem seni." diyordu. Sevim'in evinde buluşuyorlardı korksalar da. Gün geçtikçe çoğalan yangınlıklarından ürkülü ama mutluydular. 

Necati beş yaşındayken, "çocuğumuz tek kalmasın. Bir daha doğur." diyen kocasına karşı koydu Sevim. İlk kez...Yinelenen kavgaların çekilmezliğinde sese dönüştü sevdası. Susmadı. İsmet, karısının İbrahim'i sevdiğini söylemedi kimseye. Şarabın kırmızısı örtüyordu öldürme ve ölme hırsını. "Gül gibi geçiniyordunuz, dayak neden gerekiyor? Bir suçu varsa bilelim." dese de, yanıt alamadı Sevim'in anası. Yedi pınarın okunmuş suyunu içirdi damadına. Külde pişmiş kuzu dili yedirdi uysallaşsın diye. Olmadı. Geçinemediler. 

Av tüfeğinin, baltanın dolayında döndü durdu İsmet. Düşündü. Kırka varmıştı yaşı. "mahpus damında" çürümek, oğlunu özlemek dayanılmaz acılar verecekti O'na. Kocasından boşanan Hanife ne yapardı yalnız? Zordu, zor... Her şeyi göze almaya kışkırtan ar ve namusa hayır demek daha zordu.

Sevim kuşku ile beklemekteydi. Birisini yok edecekti İsmet. O'nu mu, İbrahim'i mi? "Kaçalım" deyince İbrahim, dayanılmazlığa çözüm sandı kaçmayı. Bir gece yarısından sonra çekip gittiler köyden. Bulunduklarında boşayacağını söyledi İsmet. Çocuğunu vermemek koşuluydu. "Anasından ayırma kuzusunu" diyenleri tersledi hep. Boşanmadan önce "son kez görsün çocuğu" dedi. Nesi varsa satarak Necati ve Hanife'yle uzaklara gidecekti. O büyük utançtan kurtulmasının tek umarıydı köyden gitmek. 

Sevim, gün batımı yakınken geldi oğlunu görmeye. O saatlerde köyün bakkalıyla içmekte olduğunu biliyordu İsmet'in. Kimseye görünmeden girdi eve. Kuzusu uyuyordu. Yorganı açarken kapıdaki anahtar sesiyle irkildi. Kapıyı içerden kilitleyen İsmet, elindeki sopayla üstüne yürüyordu. Ölmekten yana ürküledi Sevim'in gözleri. Sopanın ilk inişinde bacak kemikleri acıdı. Yerde kıvranırken sesinin önüne kilitledi dişlerini. Kan tadı aldığında bağırdı. Yorgana yumularak ağlayan çocuk, babasının soluklanmasını fırsat bildi. Anasına koştu. Yüzünü öptü defalarca. Dudakları ve anasına dokunan elleri ıpıslaktı kandan. Kapı açıldı. Gecenin ucunu sarkıttığı karanlıkta yer kapan yıldızların ışığından yolunu bularak, bahçedeki zeytin ağacının altına indi Necati. Silah sesi bitirdi çocukluğunu. Herkes yitti. Tekti. Fenerin aydınlığında kıstırılınca ve kucaktan kucağa sarmalandığında ağlamadı, konuşmadı. Babasının ölüsünü gördüğünde de ağlamadı. 

Hanife Halası "güzelim, öksüzüm, kadersizim" diyerek öpse, okşasa da sevildiğine inandıramadı Necati'yi. Kara teni, kocaman gözleri, kabuk bağlamış etli dudaklarının olduğundan büyük gösterdiği ağzı ve şişkin burnuyla "cin çarpığı gibi" bir çocuktu başkalarına göre. "Tövbe, tövbe. İki adam zinası böyle olur işte" diyorlardı arkasından. Sevim'in kardeşi Esma "uğzama bu çocuk" kanısından Rukiye Öğretmen'e söz ederken "öğretmenler de sevmedi bunu. Üçe kadar zorla okudu." açıklamasıyla pekiştirmişti Necati hakkındaki düşündüklerini. Öğretmen çocuğu, çocukları sevmez mi? Her çocuk ayrı güzelliktedir. Çocuktur çünkü. Pınardan akan su gibi durudur çocuklar. Kattığınız, karıştırdıklarınızla bulandırırsınız. Okuma yazmayı öğrenememiş Necati. Yazıda "par", görse "para" dermiş. "Se"leri "es" okur, uydururmuş gerisini de. Acıdı Rukiye. Hiç bakmamış mı öğretmeni, çocuğun gözlerinin derinine? Karıştırmamış mı saçlarını başağı sallayan yel gibi? Dokunmamış mı yumuşacık? Sevinirdi çocuk. Severdi, sevildiğine inanarak. 

O sabah, Erhan'ın kahvehanesinden çıkan Necati eve dönerken tepeye ayrılan yolda rastladı Rukiye Öğretmen'e. Kızcağız yolun kıyısına sokularak yürüyordu. Utandı Necati. "Daracık yolun neresine kaçacaksın? Neden kaçıyorsun ki? Laf attım mı sana? Kapını, pencereni yokladım mı? Korkuttum mu hiç seni? "dedi içinden. Korkusundan tat alamadığı tek insan Rukiye'ydi. Yaklaştığında karşı koyarcasına başını kaldırdı öğretmen. "Günaydın Necati Bey." dedi. Telaşlandı Necati. Şakırtlarını arttırdığı tespihini sağ eline aldi. Sol elini göğsüne bastırarak "günaydın öğretmenim"le karşılık verdi. Yürdüler. Yokuşa tırmanırken puslu bir gülücük yapıştı dudaklarına. Buzlağanına ışık atan güneş yangın çıkardı yüzünde. Avuçladığı suyla söndürdü yangınını çeşme başında. Durdu. Meydanı geçerek okula ayrılan yola sapana dek izledi öğretmeni. Eve varıncaya kadar "Necati Bey"i fısıldadı. "Günaydın Necati Bey, Bey, Bey..."

Bahçede çamaşır yıkayan halasına seslenmeden çıktı evin ikinci katına. Pijamalarını giyerken, perdeleri örterken ve sobanın arkasındaki mindere uzandığında odadaki her şeye, tanıdığı herkese "günaydın" dedi. İğne başı kadar sıcaklık değdi içindeki düğüme. Acıta acıta çözmeye uğraştı. Acısı artarken, dudaklarında yarılanmış "Necati Bey" yinelemesiyle uyudu. Sayısını anımsamadığı günlerce çıkmadı evden. Halası "sevdalanmış olmalı" düşüncesiyle umursamadı. On beşinde Hacer'in kızına tutulmuş, askerden döndüğünde Senem'e sevdalanmıştı. O zamanlar da böyle davranmamış mıydı? Geçeeeer...Odadaki yalnızlığında, eskimeden, içinin tabanında çöreklenen yıllarla boğuşuyordu Necati. Gündüzleri, geceleri ucundan yırtarak yeniden anımsadıklarıyla.

Rezzan Öğretmen "Oku bakalım Necati" diyordu, okumakta direnen çocuğa. "Neden okumuyorsun çocuğum?" Sarı Tahir'in kızı sidikli Döne yanıtlamıştı öğretmeni. "O uydurma okuyo öğretmenim. Onun anası gahpe oldu. Babası gendini furdu. Gafası almuyo okumayı." Sınıftaki çocuklar susturmuş, yaşlara direnmek için kocaman gözlerini duvarda gezdiren Necati'nin saçlarını okşamıştı. "Dinlenmede yanıma gel, konuşalım biraz, olur mu Necati?" Gitmemişti. Döne'yi izlemişti dinlenmelerde. Kız, amcaoğlunun yanından ayrılmıyordu. Gün boyu sıkılı kaldı dişleri. Bu kızı bir dövecekti ki... Bir kaç gün sonra, akşam üzeri bakkaldan evine giderken yakalamıştı Döne'yi. Yıkık evin arkasına sürüklemiş, beliklerini eline dolayarak duvara vurmuştu kızın başını. Sonra dolaktan sıyırdığı eliyle iterek yere çarpmıştı. Hele babasına, amcaoğluna, öğretmene söylesin bak daha ne dayaklar atacaktı O'na. Ertesi gün okula gitmemişti Necati. Tüm zorlamalara karşın gitmedi. 

Korkutmanın tadı rahat vermiyordu. Akşam karanlığında evlerine dönen çocukları dövüyor, çeşmeden su dolduran kadınların testilerini kırıyordu sapan taşıyla. Bir keresinde Hacı'nın karısı yakalamak istemişti. Dövecekti. Hızlıca yürürken ayağı taşa takılmıştı. Düşmüş, kolu kırılmıştı kadıncağızın. Bağırmıştı Necati kaçarken , "Çamur bu çocuk gardaş, çamuuur!" Adı Çamur Necati'ydi artık. Köyü, köylüleri, halasıyla oturduğu baba evini sevmiyordu. Alt kattaki odaya girdiğinde titriyordu anasının dövüldüğü, babasının öldüğü akşamı anımsayarak. Öfke, saçağa dizili buz sarkıtları gibi kaskatıydı içinde. Senem'e sevdalanınca herkesi sevebileceğini sanmıştı yüreğindeki kırpıntılara güvenerek. Kızı, bahçe duvarının ardına gizlenerek izlerken sıcağı kasıklarına vuran tat bedenini uyuşturuyordu. Senem, asker türküleri söylüyordu bahçede iş yaparken. Askerdeki Mehmet'i mi sevdiğini sorunca "Hee. Kimseye deme, olur mu Necati Abi" demişti kız. Siyah bulutlar basmıştı yenice aydınlanan sabahını. Yıl yıla devrilirken kinler, öfkeler yığıldı tininde. Çığlaştılar. Ufacık sevgilere bile geçit vermediler. 

Rukiye Öğretmen'le esenleştiğinden beri yüreğindeki damlacıklar "Necati Bey" diyordu susmadan. Saçını tararken kullandığı küçük aynayı aldı duvardan. Yüzüne baktı, baktı... "Bıyıklarımı kessem, saçlarımı kısaltsam, her gün tıraş olsam, dudaklarımı kemirerek çatlatmasam... Arkasına basmasam pabuçlarımın. Rukiye Öğretmen'in gazetelerini, dergilerini okusam...Dinlesem. Öğrensem. Ağzım laf yapsa biraz. Bey olur muyum?" diye sordu kendisine. 

Halasına bakılırsa bir haftayı geçmişti Necati eve kapanalı. "Beni üzme artık." dedi. Bir kova ılık su koydu hamamlığa. Yalvararak derdini öğrenmek istedi. Öğrenemedi. Aşağıya indirebildi ancak. Necati saçlarını köpürttü sabunla. Başına döktüğü su beyaz bir elmişcesine oynuyordu köpüklerle. Şapırdayan sular "eee güççük guzum, yunacan, apak olacan. Büyüyecen bey olacan da ananı gurtaracan bu göylüklerden." diyerek anasının sesini yansıtıyordu geçmişten. Yerde biriken sularda şekillenen Rukiye Öğretmen'in yüzü "Necati Bey" diyordu dudaklarındaki kıpırtıyla. Ilıktı sesi. "Günaydın." Havluyu ıslatan gövdesinin sıcağı işledi içine. Alkımda bulunmayan renklerle alacalanıyordu yaşam. O günden sonra günaydınla esenledi herkesi. Soğuğa karşın köyün dolayındaki tepelerde gezindi saatlerce. "Günaydın" dedi yapraksız ağaçlara, göç artığı kuşlara, kurumuş toprağa. Köylülerin "Ne oldu bu adama?" diye şaşırdıkları günlerin birinde kasabaya gideceğini söyleyerek ayrıldı evden. Gün sayarak bekledi halası. Ayları, yılları üst üste koydu. Gelmedi haberi de, kendisi de. Beşinci yıl bittiğinde yalnızlığa katlanamadı Hanife. Dul bir kasapla evlendi. Kasabaya yerleştiler. Söylence oldular Beyce'de. 

Kıştı. Yıllardır aynı soğuklarla başlayan kışların yenisiydi. Öğleye doğru bulutlardan sıyrılan güneş kentin üzerine döktü sıcaklığını. Ortalık ısındı biraz. Serçeler sürülerce uçuştular. Parkın havuzuna yöneldiler cikleyerek. Betona serpilmiş buğday tanelerini yediler doyasıya. Uzaktan cik cik öterek gelenler bitirdi kalan taneleri. Bankta oturan oğlan kalktı. Bir avuç buğday daha serpti betona. Kuşlar yemi gagalarken yanındaki adamın ellerine koydu boşalan avuçlarını. Beyaz saçlı, şişkin burunlu bey, iri gözlerinden taşan sevgiyle bakarak sarıldı oğlana. Çocuk, "keşke annemi de getirseydik. O da yem atardı kuşlara" pişmanlığındayken, babası en sevdiği yemeği öğleye yetiştirmek için evde kalan Berna'sına defalarca teşekkür ediyordu içinden. Yaşamını sevgisiyle yeşertmişti, sabırla. Serçeler uçtu, uçtu... Yemlere kondular. İzlemek sevindiriyordu onları. Gülümsediler birbirlerine.  


Servet YILMAZ

Beşparmak Dergisi, 1993

(yayımladığı derginin sayısını yitirdim notunu düşmüş annem)
   
                                                                                   

       

     


1 yorum:

  1. Cok cok guzel bir hikayeymis...annemin kalemine senin emegine saglik

    YanıtlaSil